Kürt Said Atatürk'e Neden "Zalim" Dedi [Ömer Sağlam]




Atatürk'ün din düşmanı olarak değerlendirilmesinin sebebi olan hadiseleri incelemeye yazı dizimizin bu bölümünde de devam ediyoruz.

5- Menemen Hadisesi: 23 Aralık 1930 günü İzmir'in Menemen ilçesinde vuku bulan ve olaya müdahale eden Yedek Subay Öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın boğazının bıçakla kesilerek şehit edilmesi ve onun yardımına gelen Hasan ve Şevki isimli iki bekçinin de vurularak şehadetleriyle sonuçlanan gereci ayaklanmanın, şedit bir şekilde bastırılması ve olaya sebep oldukları anlaşılan 28 gerici yobazın olayın vuku bulduğu yerde topluca idam edilmeleri de bazı dinci kesimlerce istismar edilmiş ve hadise, Atatürk'ün din düşmanlığı ile açıklanmaya çalışılmıştır.

Çünkü idam edilen 28 kişinin arasında, hacı, hoca, imam, şeyh, hafız, derviş ve molla gibi dini ve tasavvufi unvanlar taşıyan çok sayıda kişi vardır. Böyle olunca, haliyle kimilerine göre Menemen'de bir din adamı kıyımı yaşanmış oluyor!

Mesela Necip Fazıl'a göre, olayın elebaşı Derviş Mehmet sıradan bir bağ budayıcısıdır.  Hepsi hepsi Nakşibendi Tarikatı'nın Şeyhi Esat Efendi'ye bağlı bir derviştir. Dolayısıyla hem yaşı sebebiyle idamdan kurtulan Şeyh Esat Efendi, hem de onun müridi Derviş Mehmet, N.Fazıl'a göre; "Din Mazlumu" oluyorlar!

E din mazlumlarının olduğu her yer de bir zalim olduğuna göre; Menemen'de 28 din mazlumunu idam edenler ve ettirenler de haliyle zalim ve din düşmanı oluyorlar! Mustafa Kemal Paşa ise, olaydan öyle etkileniyor ki; Merhum Gazeteci Necdet Sevinç'e göre, alınacak tedbir konusunda, görüşünü soran dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya "MENEMENİ YAK ŞÜKRÜ!" şeklinde emir veriyor!(1)  

Menemen'de 28 mürteciyi idama mahkum eden mahkemenin reisi ise General Mustafa Muğlalı'dır. Muğlalı'yı ve başına gelenleri bilmeyenler için kısaca ifade etmek gerekirse:

Mustafa Muğlalı, aynı zamanda Milli Mücadelenin kahramanlarından birisidir. Balkan Savaşlarına katılmış, Birinci Dünya Savaşı sırasında farklı görevlerde bulunmuş, 20 Eylül 1921 tarihinde de Milli Mücadele'ye destek vermek için Mustafa Kemal Paşa'nın yanında yer almıştır. 5 Ocak 1922 tarihinde Tümen komutanı olarak İslahiye'de patlak veren Ermeni isyanını bastırmıştır. Savaştan sonra Kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası ile taltif edilmiştir. 57. Tümen komutanı olduğu sırada, 23 Aralık 1930 tarihinde Menemen'de meydana gelen ve Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın şehit edildiği olay üzerine kurulan askerî mahkemenin başkanlığını yapmış ve din kisveli gerici ayaklamanın elebaşlarının idam edilmesinde büyük rol oynamıştır.

İkinci Dünya Savaşı'nın devam ettiği ve Stalin'in Türkiye'den toprak talep ettiği ve Türk Ordusu'nun islim üstünde durduğu buhranlı yıllarda doğudaki Üçüncü Ordu'nun komutanı olan Mustafa Muğlalı, 1943 yılının Temmuz ayında Van'ın Özalp ilçesinde, hayvan kaçakçılığı yaptıkları söylenen 33 kişinin yargısız olarak infaz edilmesi sırasında infaz emrini verdiği iddialarıyla ve 1946'da meclise giren muhalefet partisi DP'nin etkili girişimleri sonucu tutuklanıp yargılanmış, 2 Mart 1950'de ölüm, ardından da ileri yaşı ve hafifletici nedenlerden ötürü 20 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Cezasını çekmekte iken 11 Aralık 1951 günü, Demokrat Parti iktidarı döneminde hapishanede vefat etmiştir.

Bize göre; Mustafa Muğlalı'nın yargılanmasının asıl sebebi, Özalp'ta öldürttüğü söylenen 33 kaçakçı değil, olsa olsa Menemen'de idamlarına karar verdiği ve 3 Şubat 1931 gecesi Mustafa Fehmi Kubilay'ın öldürüldüğü yerde idam edilen 28 Din kisveli gerici yobazdır. Zira DP, din ve manevi değerler üzerinden propaganda yaparak iktidara gelmiş bir parti idi ve bu yüzden de Mustafa Muğlalı'nın idam edilmesi onlar için bulunmaz bir fırsattı. Bu sebeple, muhalefette iken bu konuda CHP iktidarı üzerinde baskı kurmuş, CHP'nin 1955 yılında yaşanan ve 6-7 Eylül olayları olarak tarihe geçen ve İstanbul'daki azınlıkları hedef alan gerici olayları gündeme getirmesi üzerine,  DP tarafından misilleme olarak, Muğlalı olayı tekrar TBMM'de gündeme getirilmiştir. Bu kez olayın geçtiği dönemdeki bütün TBMM üyeleri ve CHP'nin sorumluluğu iddiasıyla, bizzat İsmet İnönü için yargılanma istenmiştir. 12 Şubat 1956 ve 25 Şubat 1956 tarihlerinde Meclis'te görüşülen konu, 1958 tarihli Meclis Tahkikat Komisyonu raporu ve Meclis görüşmeleriyle zaman aşımı ve çeşitli af yasalarından dolayı tekrar kapatılmıştır. Özetle; DP, Muğlalı Olayı'nı sürekli kullanmıştır iktidarı süresince.
...
Gelin görün ki; Mustafa Muğlalı'ya itibarını iade edenler de yine DP'nin devamı olduklarını söyleyen partiler olmuştur. 1988 yılında, Edirnekapı Şehitliğinde bulunan mezarı törenle Devlet Mezarlığına nakledilmiş,  1997 yılında itibarı iade edilmiş, 1998 yılında Harp Akademileri Komutanlığı'nın bahçesindeki "Kahramanlar Geçidi"ne büstü dikilmiş, 2004 yılında ise adı, olayın yaşandığı yerdeki Türk Kara Kuvvetleri'ne bağlı "Özalp Tabur Sınır Komutanlığı Kışlası"na verilerek kışlanın adı "Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası" olarak değiştirmiştir.

Bu kararın ardından 1943 yılında yakınlarını kaybedenler Genelkurmay Başkanlığına tepki olarak bir imza kampanyası başlatmışlar ve İnsan Hakları Derneği'ne başvurmuşlardır. 2011 yılında ise AKP Hükümeti, herhalde Açılım Süreci'nin bir parçası olarak söz konusu kışlanın adını, "Şehit Astsubay Erkan Durukan Kışlası" olarak değiştirmiştir.

Görüldüğü gibi; General Mustafa Muğlalı, politik oyunlara kurban edilen bir Milli Mücadele Kahramanıdır ve bence adı, derhal ve ivedilikle Özalp'taki kışlaya tekrar verilmelidir. Sözde 1943 yılında Özalp'ta öldürülen 33 kaçakçı bahane edilerek General Mustafa Muğlalı'ya yapılanları gördükçe, 28 Aralık 2011 günü Şırnak'ın Uludere İlçesi'nin Irak sınırındaki Ortasu (Roboski) köyü yakınlarında öldürülen 34 kaçakçı bahane edilerek, o emri veren generalin de günün birinde yargılanacağını şimdiden görür gibiyim ben. Çünkü bu ülkede devr-i sabık yaratmak, siyasi bir gelenek halinde halen yaşar ve yaşatılır. 

6-Said Nursi OlayıYaşar Nuri Öztürk, Atatürk için diyor ki; "...Çöken imparatorluğun külleri arasında Allah'ın bir lütfu gibi kalmış kaç insan varsa hepsini devreye soktu. Elmalı'ya Kur'an tefsir ve tercümesini yaptırdı, Ahmet Naim ve Kâmil Miras'a   Buhari'yi tercüme ve şerh ettirdi. Fazla telaffuz edilmemekle birlikte, belki de bunlardan daha önemli bir şeye teşebbüs etti ama basiret yerine inat ve öfkeyle karşılaştığı için düşündüğünü yapma imkânı bulamadı.

Türkiye'de Ezher benzeri bir İslam üniversitesi kurma hayali olduğunu bildiği bir zatı Ankara'ya çağırıp ona bu üniversiteyi Van'da kurması için devlet bütçesinden her türlü yardımı yapacağını söyledi. Başlangıç olarak da, Meclis kararıyla, büyük bir meblağı, kuruluş için tahsis etti. Aynı üniversiteyi kurmak için daha önce, Mahmut Şevket Paşa'nın aracılığıyla Osmanlı hükümetinden de önemli miktarda altın para alan bu zatın Atatürk'ün teklifine cevabı, ne yazık ki büyük bir talihsizlik oldu. Davet edilen zat, Gazi'ye şunu sordu:

-'Paşa, sen namaz kılıyor musun?'

Atatürk, her zamanki riyasızlığına, mertliğine yaraşır bir cevapla 'Hayır, kılmıyorum!' dedi. Vakar ve imanına bizim de saygımız olan zat, Gazi'ye, İslam'ın basiret ve itidal ilkelerine değil de öfkesine uygun bir cevap verdi. Daha doğrusu, beklediği bahaneyi yakalamış olmanın keyfi içinde reddiyesini yapıştırdı:

-'Namaz kılmayan zalimdir, zalimin hükmü de merduddur'

Namaz kılmadığı için 'zalim' ilan edilen zat ise bütün dünyanın tanıklığıyla bilinmektedir ki, hayatını Müslümanların istiklal, ırz ve imanları zelil olmasın diye ateş ve kan berzahlarının çemberinde cihat ve ribatla geçirmiş ve nihayet, Süleymaniye Camii'nin minaresine haç takmak üzere Haliç'e demirleyen gemileri oradan geldikleri gibi geri göndermiştir. Yine ateş ve kan çemberleri içinde çarpışarak..."(2).

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, belki de nezaketinden ve kendisine duyduğu saygıdan olacak, Atatürk'e "zalim" kişinin adını zikretmemiş kitabında. Ancak biz, kendisine olan saygımızı muhafaza etmekle birlikte okuyucularımıza olan saygımız gereği bu ismi açıklamak zorundayız. Bu kişi, Said-i Kürdî'dir.

Yaşar Nuri Öztürk'ten öğreniyoruz ki; yaptıkları görüşme sırasında Said-i Kürdî, sırf namaz kılmıyor diye Atatürk'e "zalim" demiştir. Bu konuşmadan sonra Atatürk'ün, kendisini yaka paşa dışarı attığı akla gelirse de, muhtemelen o, yine saygısından ve nezaketinden dolayı bu haddini bilmez misafirini en azından kapıyı göstermek suretiyle bir anlamda usulü dairesinde kovmuş olmalıdır.

Mustafa Armağan, 25 Kasım 1922'de Mustafa Kemal Paşa'nın meclisteki başkanlık odasında gerçekleşen görüşmenin sonucunun, bizim aklımıza gelen şekilde noktalandığını çağrıştıracak bilgiler veriyor aslında. Yani bazı dinci yobazların "Said-i Kürdi, kapıyı çarpıp çıktı" şeklindeki efelenmelerinin, düpedüz yalan olduğunu belirtiyor. Daha doğrusu o demiyor da biz onun dediklerinden böyle bir anlam çıkarıyoruz.

Mustafa Armağan, 1. ve 2. mecliste (Şebinkarahisar) milletvekili olarak görev yapan Ali Sururi'yi (Ali Sururi Tönik-Meclisteki Günlerim) şahit olarak göstermek suretiyle vermiş olduğu röportajda Ali Sururi'nin "25 Kasım 1922'de akşam saatlerinde meclis dağılırken, başkanın odasının yanından geçerken, içerden bağırma sesleri, gürültüler duydum." şeklindeki sözlerini aktardıktan sonra Ali Sururi'nin duyduklarını kendisi şöyle özetliyor:

"Kapı biraz açıkmış, Ali Sururi Bey de duymuş bu bağrışmaları, 'kim var' diye yanındakilere sormuş, -Molla Said Kürdi ile Atatürk var- demişler. Ali Sururi 1926'da bir kaza sonucu ölüyor ve Said-i Nursi'nin sonraki yıllarda tanınan biri olduğu dönemi göremiyor. Dolayısıyla tamamen tarafsız bir şahit. Kaldı ki Ali Sururi Bey rejime yakın bir milletvekili. Bediüzzaman Atatürk'e bir açıklama yapıyor, namaz kılmayan bir meclisin alacağı kararların meşru olamayacağını, bu kararların meşru olabilmesi için milletvekillerinin namaz kılmasının şart olduğunu ve namazın teşvik edilmesi gerektiğini vurguluyor. Said-i Nursi'nin bu sözleri karşısında Atatürk, 'Hoca İngilizler, Doğu ve Güneydoğu'daki Kürt milletvekillerini İslami temaları kullanarak kışkırtıyorlar, onları ayırmak istiyorlar, ben seni bunların önüne geçesin diye çağırdım' diyor. Sonra 'Ben seni birlik için çağırmışken, sen namaz kılanlarla kılmayanlar diye ayrılık çıkarıyorsun' diye eleştiriyor. Said-i Nursi bunun karşısında 'Ben ayrılık getirmek için değil tam tersine, namazı teşvik etmek, sizin de bir gazi olarak, zafer kazanmış bir komutan olarak, insanları dine ve namaza teşvik etmenizi istedim' diyor.  Evet karşılıklı konuşuyorlar ama ikisi de bu görüşmeden memnun olmuyor, sonra Said-i Nursi odadan çıkıyor ama bir kapı çarpma hadisesi yaşanmıyor. Arkasından Atatürk çıkıyor ve son olarak 'Böyle adamlarla bu memleket bir yere varamaz, bu hocalarla bir şey yapılmaz' diyor"(3).

Mustafa Armağan'ın olabildiğince tarafsız aktardığı yukarıdaki sözlerinden de anlaşılıyor ki; Mustafa Kemal Paşa, muhtemelen Yaşar Nuri Öztürk'ün de dediği gibi başta Van'da bir üniversite kurulması konusu olmak üzere bazı konularda kendisiyle görüşmek üzere meclise çağırdığı  Said-i Kürdî'nin, istiklalini yeni kazanmış bir ülkede bütün meseleleri bir tarafa koyup, namaz konusuna yoğunlaşması üzerine kendisini bir güzel haşlıyor ve sonra da ona kapıyı gösteriyor! Bu görüşmeden sonra ikilinin ölünceye kadar bir daha bir araya gelmemiş olmaları, bizde böyle bir düşüncenin doğmasına sebep olmaktadır...  

Said-i Kürdî'nin bir din adamı olarak, ömrü boyunca sürekli devletin takibi altında ve farklı yerlerde yaşamış olması da, en azından o ve onu sevenler üzerinde başta Atatürk ve onun ilke ve inkılaplarına bağlı toplum kesimleri üzerinde olumsuz etkiler yaratmış olmalıdır diye düşünüyorum.

Oysa, Said-i Kürdî'nin, Gazi'ye "zalim" derken istinat ettiği rivayetin konusu namazdır. Namaz ise sadece kul ile Allah arasındaki bir meseledir. Bu rivayete göre; namaz kılmayan Müslüman zalim ise mazlum olan kimdir? Allah mı? Hâşâ, Allah o kadar güçsüz ve zayıf bir varlık mıdır ki; zalimlerin zulmüne maruz kalsın! Bir taraftan, "Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter"(4) ayetine şeksiz şüphesiz inanacaksınız, diğer taraftan da Hz. Peygamber'e ait olup olmadığı bile kesin olmayan bir rivayetten hareketle, Allah'ı zulme uğramış anlamında "mazlum" olarak nitelendireceksiniz. Olacak şey değil. Böyle bir kabul, öncelikle "sonsuz güç ve kudret sahibi, her şeyin yaratıcısı olan, doğmayan, doğurmayan ve doğrulmayan, ezeli ve ebedi olan bir Allah" şeklindeki Tanrı kabulüne, yani tevhit inancına,  sonra da Kur'an ayetlerinin ortaya koyduğu temel mantığa aykırıdır.

Ciltler dolusu kitaplar yazan Said-i Kürdî gibi bir adamın, bu mantıksızlığı bilmemesi herhalde düşünülemez. Şu halde acaba neden böyle bir tavır sergiledi Gazi'nin yanında. İşte Yaşar Nuri Öztürk'ün nitelendirmesi burada anlam kazanmaktadır; basiretsizlik, itidalsizlik,  öfke ve kör taassup...

Bize kalırsa; Said-i Kürdî'nin asıl niyeti, ulus devlete karşı çıkmak ve Anadolu'da din eksenli bir birlik oluşturmaktı. Zira ona göre; Doğu ve Güneydoğu insanı, ancak din eksenli bir birlikte Türklerle bir arada bulunabilirdi! Bu sebeple Mustafa Kemal Paşa'ya durduk yerde "zalim" demesinin altında yatan asıl sebep bence paşanın namaz kılmaması değil, Paşa'nın Türklüğü miğfer alan bir ulus devlet kurmaya çalışmasıdır. Çünkü Said-i Kürdî'nin Meclise yapmış olduğu ziyaretin tarihi 25 Kasım 1922'dir. Saltanat ise 01 Kasım 1922'de, yani Said-i Kürdî'nin meclise yapmış olduğu ziyaretten sadece 25 gün önce kaldırılmıştı.

Dolayısıyla; Said-i Kürdî bir şekilde, Paşa ile ipleri koparmak ve ona karşı tavır almak niyetini taşıyordu. Onun için de Paşa'ya, görüşmenin konusu olmayan namaz üzerinden vurdu ve böylece Gazi tarafından meclisten kovularak maksadına ulaşmış oldu!

Üstelik anlaşılıyor ki; Said-i Kürdî, doğuda bir Darülfünun (Üniversite) kuracağım diyerek Mahmut Şevket Paşa vasıtasıyla İttihat ve Terakki hükümetinden para sızdırdığı gibi, Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki Ankara hükümetinden de para sızdırmaya çalışmıştır!

İşte Said-i Kürdî'nin konuya ilişkin kendi sözleri:

"Bütün hayatımda bu darülfünûnu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilave ediniz...

O vilayat-ı Şarkiye, alem-i İslamın bir nevî merkezi hükmündedir; fünûn-u cedîde yanında, ulûm-u dîniye de lazım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünûn-u cedîde okuttursanız da, Şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u dîniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan müslümanlar, Türke hakîki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız. Hatta bu hususta size bir hakîkatli misal vereyim:

Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zekî o talebem, ulûm-u dîniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: `Salih bir Türk, elbette fasık kardeşimden ve babamdan, bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.’ Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünûn-u cedîde okumuş. Sonra, ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: ’Ben şimdi, rafizî bir kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de, ’Eyvah!’ dedim. `Ne kadar bozulmuşsun?’ Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakîkatli hamiyete çevirdim.

İşte ey mebuslar! O talebenin evvelki hali, Türk milletine ne kadar lüzûmu var; ikinci hali ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek, farz-ı muhal olarak, siz başka yerde dünyayı dîne tercih edip, siyasetçe dîne ehemmiyet vermeseniz de, herhalde Şark vilayetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lazım."(5).

Gelin görün ki; Said-i Kürdî'nin, bu ülkenin kurucu lideri Mustafa Kemal'i "zalim" olarak nitelendirmesinden 92 yıl sonra, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu adamın kitabını Devlet Yayını olarak basabilmiştir! Hem de bizzat Büyük Atatürk'ün kurmuş olduğu Diyanet İşleri Başkanlığı marifetiyle. 2014 yılında DİB yayını olarak yayınlanan Said-i Kürdî'nin "İşârât'ül İ'câz" isimli kitabını, bizzat imzalayarak, sağa sola hediye eden Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, bu ithaflarından birisinde şöyle diyordu: "Bismihi Teala: Üstad Bediuzzaman'ın gecikmiş bir arzusunun tahakkukuna vesile olduğumuz için bahtiyarız. Muhterem Said Özdemir Ağabey'e Kemâl-i hürmetle 29.01.2014 Prof. Dr. Mehmet Görmez"

Türkiye Cumhuriyeti'nin Diyanet İşleri Başkanı'nın "Kemâl-i hürmetle=Saygının en büyüğü ile" kitap imzaladığı Said Özdemir kimdir? Said Özdemir, bizzat Said-i Kürdî'nin talebelerinden ve Paralel yapıyı da içine alan Nûr Cemaati'nin ileri gelenlerinden birisi. Muhtemelen (ve elbette medyaya yansıyan haberlere göre) yakın zamanlara kadar Fethullah Gülen ile dirsek temasında ola birisi(6). Zira yine medyaya yansıyan haberlere göre; Said Özdemir'in oğlu Prof. Dr. Kemalettin Özdemir'in, yakın zamanlara kadar Fethullah Gülen'in en yakın adamlarından birisidir! Üstelik de 1980-85 arasında Diyanet teşkilatının çeşitli kademelerinde de çalışmış birisi. Şu sözler Kemalettin Özdemir'e aittir:

"Cemaatin emniyet içinde yayılmasını sağlayan ilk ekiptenim. 1980'de 'emniyet imamlığım' başladı denebilir. Arkadaşlara sohbet verirdik. O dönemde dinleme, soru çalma falan yoktu. O dönem güzel bir dönemdi. Polisler çok soru sorardı. Mesela 'ailemizi emniyetin tahsis ettiği araca bindirebilir miyiz?' diye sorarlardı mesela. O dönemde imamlık çok zevkliydi. Onlara 'Sizin gibi düşünen arkadaşlar varsa onlar da gelsinler' dedik. Öyle de oldu. Gerçek manasıyla o dönem gerçekten imamlık mevcuttu..."(7).

Mevcut iktidar ise şu anda başta Emniyet ve Yargı teşkilatı olmak üzere; Paralel yapının devletteki uzantılarını ayıklamakla veya en azından pasifize etmekle meşgul. Düşünsenize; bir tarafta Paralel yapıyla mücadele eden bir hükümet var, bir tarafta da düşünceleri, paralel yapının fikri temelini oluşturan Said-i Kürdî'nin eserlerini Devlet yayını olarak basan bir hükümet. Şimdi vatandaşlar olarak biz, hangi hükümete destek verelim?


Sürecektir

 Ömer Sağlam
______________
1-Bkz. Necdet Sevinç, “Devlet kurtarılmalıdır” başlıklı makalesi, Halka ve Olaylara Tercüman, 17.11.2005,
2-Yaşar Nuri Öztürk, İmamı Âzam Savunması, s,221-223, İnkılâp Yayınları, İst. 2010.
3-http://www.sabah.com.tr/gundem/2011/01/05/saidi_nursi_kapiyi_carpip_cikti_mi.
4- Kur'an-ı Kerim, Mülk Suresi, 67/1.i_carpip_cikti_mi.
5-Tarihçe-i Hayat, s, 128-129,
http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=TarihceiHayat&Page=128
6-http://www.rotahaber.com/gundem/alaeddin-kaya-said-ozdemir-dogruyu-soylemiyor-h470483.html
7-http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/06/06/kemalettin-ozdemir-sessizligini-bozdu-cemaatin-orgut-haline-gelmesi

  • ALINTI YAPMAK İÇİN

    • Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
  • ESER EKLEMEK İÇİN

    • "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
  • YORUM YAZMAK İÇİN

    Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.

TÜM SİTEYİ DİLDEN DİLE ÇEVİRMEK İÇİN, "DİLİ SEÇİN"İ TIKLAYIN